20 Temmuz 2010 Salı

YÜZYILLARDIR SÖNMEYEN ATEŞ YANARTAŞ (CHIMERA) - ÇIRALI

Olimpos’a kadar gelmişken efsanelere de konu olan Yanartaş’a (Chimera) çıkmadan olmaz diyoruz. Yanartaş Olimpos’un kuzeydeki sahil komşusu, Çıralı plajının yamaçlarında, sahilden yaklaşık 335 metre yükseklikte bulunuyor. Yanartaş, Khimera ismini mitolojik ateş saçan yaratık olan Chimera’dan almış.

Gerek efsanesi, gerek ilginç bir doğa olayı olması sebebi ile gerçekten görülmeye değer. Bu özellikleri ile de her sene kendine doğa aşığı turistleri çekiyor. Efsane demişken önce Yanartaşın efsanesinden bahsetmek istiyorum. Mitolojideki ünlü Bellerophontes efsanesi burada geçtiği varsayılır. Efsane şöyle:

Argostaki Ephyrra kralı Glaukos’un oğlu at aşığı Hipponoes, bir av partisi sırasında kazayla erkek kardeşi Belleos’u öldürdüğü için babası tarafından şehirden kovulur. Bu olaydan sonra ona Bellerophontes yani “Belleos’u yiyen” derler. Ege denizini geçerek Anadolu’ya gelen Bellerophontes burada kendisine yeni bir yaşam kurar ve yöre krallarından biri olan Tyrins Kralı Proitos’un yanında hizmetkar olarak çalışmaya başlar. Çeşitli kaynaklar Bellerophontes’in Tanrıların öğünerek yarattığı bir “erkek güzeli” olduğunu söyler. Bu nedenden olsa gerek kralın genç ve güzel karısı Antenia; Argos’un eski valiahtı Bellerophontes’e aşık olur ve duygularını delikanlıya açıkça belirtir. Ancak Bellerophontes, yanında çalıştığı kralın karısı ile bu tür bir ilişkiye giremeyecek kadar onurludur ve kraliçeyi reddeder. Kraliçe bunu kendisine yediremez ve çok sinirlenir. Krala gider ve Bellerophontes’in kendisine zorla sahip olmak istediğini ve karşı koyması sonucu ancak kurtulabildiğini söyler. Kral küplere biner. Çok kızmıştır ancak gene de delikanlıyı öldürmek istemediği için, Bellerophontes’i çağırır ve eline bir mektup vererek, mektubu kayınpederi olan Likya’daki Xhantos kralı Iobates’e götürmesini emreder. Mektupta, “Bu mektubu getiren şahsı bu dünyadan kopar. O ki karıma, yani senin kızına tecavüz etmek istedi” ifadesi yer almış olup mektubu getiren Bellerophontes’in derhal öldürülmesi gerektiği yazılıdır.

Yola çıkan Bellerophontes, Xhantos’a gelir ve yanında taşıdığı mektubu krala teslim eder. Kral onu 9 gün boyunca şölenler yaparak misafir eder. Onuncu gün mektubu alıp okuyan kral önce şaşırır. Ancak Bellerophontes’in saflığı ve temiz görünümünden oldukça etkilenir ve delikanlıyı doğrudan öldürmek istemez. Ancak onun ölmesi gerektiğini anladığından, Bellerophontes’ten Tahtalıdağı’nın çevresinde yaşayan ve ülkesini tehdit eden Khimera canavarını öldürmesini ister. Khimera başı aslan, ortası keçi, kuyruğu ise yılan görünümünde olan bir yaratıktır. Ağzından ve burnundan alevler saçmaktadır.

Görevi alan Bellerophontes yola koyulmadan önce kahin Polydeus’a danışır ve kahin ona uçan at Pegasus’u yakalayıp ehlileştirmesini öğüt verir. Bellerophontes bütün uğraşına rağmen atı yakalayamaz ve yine Kahin Polydeus’un önerisi üzerine Athena Tapınağına gider ve geceyi bu zor görevde kendisine yardım etmesi için Zeka tanrıçasına yalvarmakla geçirir.
Uykuya dalınca onun güzelliğine vurulan Tanrıça Athena Bellerophontes’in rüyasına girer ve
- “Uyan Bellerophontes, uyan... Pegasos’u yakalayabilmen için sana şu gemi getirdim. Bunu al; çünkü ancak bu gemle o asi hayvanı yumuşatır ve sırtına binebilirsin. Haydi git; fakat görevine başlamadan önce, atlara binmek sanatını öğreten tanrıya bir boğa kurban etmeyi unutma.” diyerek kendisine kanatlı at Pegasus’un gemini verir ve su içmeye gelen kanatlı at Pegasus’un ağzına altın gemi taktığında, Pegasus’un onun emrine gireceğini ekler. Bembeyaz ve kanatları olan at aslında, Perseus’un başını kestiği Medusa’nın kanlarından doğmuştur. Uyandığında altın gemi yanında bulan Bellerophontes yola çıkar.

Akşamüzeri, Bellerophontes Pegasus’a bugünkü Akdağ’ın olduğu yerde bir pınar başında rastlar. Pegasos’un havadan süzülerek kaynaktan su içmeye indiğini görür. Aniden atın kulağından tutarak altın gemi atın ağzına geçirerek kanatlı at Pegasos’u yakalar ve ona binerek havadan Khimera’nın yaşadığı yere gelir. Pegasos ile beraber Tahtalıdağ’a ulaşan Bellerophontes, dağın zirvesine yakın bir yerden canavarın hareketlerini kontrol eder. Khimera onları görünce ateşler püskürterek yok etmeye çalışır ama Pegasos’un akıllı bir manevrası sayesinde alevleri atlatıp yanmaktan kurtulurlar. Bellerophontes, oklarını ve mızraklarını hazırlar ve karşı saldırıya geçerek, canavarın üzerine uzaktan ok ve mızrak yağdırmaya başlar. Khimera yaralanmıştır ama hala direnmektedir. Bellerophontes son mızrağını yakından ve öyle güçlü fırlatır ki, Khimera yerin yedi kat altına gömülür. Yalnız alevden dili zararsız bir şekilde yeryüzünde kalır. Söylentiye göre bugün o yere giden insanlar hala bu canavarın kükreyişini alev çıkan yerlerden duyarlar.

Geri dönen Bellerophontes’e kral daha pek çok zor işler vermişse de o hepsinin hakkından gelir. Bunun üzerine kral onun Tanrı soyundan geldiğine inanarak, kendisine pek çok armağanlar verir ve kızıyla evlendirir. Bellerophontes Poseidon’un soyundan gelmektedir. Bu evlilikten üç çocuğu olur bunlardan kızı Laodemia’nın Zeus ile ilişkisinden Sarpedon doğar ve büyüyünce Likya kralı olur, Troya savaşına katılır.

Bellerophontes'in sonu ise kendi elinden olmuştur. Elde ettiği başarılardan başı dönen Bellerophontes "benim yerim de tanrıların sofrasıdır" diyerek Olympos'a çıkmak ister. Ancak buna kızan Zeus Pegasos’a bir at sineği musallat eder ve sinekten rahatsız olan Pegasus silkinince Bellerophontes aşağı düşer. Ölmez ama sakat kalır; bacağı kırılmış ve kör olmuştur. Bir müddet bu şekilde yaşadıktan sonra, Bellerophontes bir dilenci olarak, kimsenin haberi olmadan ölür gider.


Yanartaş, Yanar Dere Vadisinin güney yamacındaki kayaçların içinden, 3 ayrı noktadan çıkarak yanan doğal gaza yöre halkının verdiği isimdir. Burada eski bir volkan olan bu bölgede, depremle oluşan çatlaklardan yeryüzüne sızan doğalgaz, havanın oksijeniyle birleşerek antik devirlerden beri yanmaya devam etmekteymiş. Eskiden daha güçlü olan ateş, zamanla küçük ama çok sayıda aleve dönüşmüş. Bazı kaynaklar, günümüz olimpiyat oyunlarının ilk kutsal ateşinin buradan geldiğini yazmaktaymış.


Gaz çıkış bölgelerinden en çok ziyaret edileni Yanartaş-1 olarak nitelendirilenmiş. Elimizdeki kaynağa göre Yanartaş-1’de, Yanar Dere vadisinin batı yakasında, yamacın deniz seviyesinden 165m yüksekliğindeki noktasından başlayarak, 180 metreye kadar yükselen 80 metre uzunluğundaki meyilli yüzey üzerinde, dört ayrı seviyede sürekli yanan gaz çıkışları mevcutmuş.

Bu Yanartaşın yaklaşık 500 metre kuzeybatısında, deniz seviyesinden 335 metre yükseklikte ikinci bir Yanartaş daha bulunmaktaymış. (Birincisinden 155 metre daha yüksekte). Daha doruk seviyesinde yer aldığı için, panoramik manzarasının çok güzel olduğu söylense de, iki Yanartaş arasındaki sarp yamacı aşma zorluğu sebebi ile, buraya Çıralı’dan ulaşmak yerine, Ulupınar – Karadere bağlantılı patika ile ulaşım tercih ediliyormuş.

Bizim hedefimiz, Çıralı’dan ulaşılacak olan birinci Yanartaş. Akşam yemeğinden hemen sonra hazırlıklarımızı yapıyoruz. Küçük sırt çantamıza şarabımızı ve sucuğumuzu koyuyor, patikada yürüyeceğimiz ayakkabılarımızı giyiyor ve fenerlerimizi de yanımıza alıyoruz. Artık Yanartaş’a çıkmaya hazırız.

NASIL GİDİLİR?
Olimpos’tan çıralıya direkt araba yolu bulunmadığı için öncelikle, Olimpos’a geldiğimiz 11 km’lik asfalt yoldan önce sapağa çıktık. Sapaktan Antalya yönüne doğru ilerleyip, hemen ilerideki Çıralı sapağından içeri girdik.. Yol boyunca portakal, mandalina bahçeleri içerisinde yol üzerine dizilmiş pek çok tesis görüyoruz. Yaklaşık 11 km kadar sonra da Çıralı’ya ulaştık. Yanartaş’a gitmek için, Çıralı girişindeki köprüden geçerek yaklaşık 3-3,5 kilometre sonra, Yanartaş (Khimera) ören yerine ulaştık. Ören yeri girişi ücretli ve 3,5 TL. Önce karşımıza çam ağaçları altında, Arnavut kaldırımı gibi taşlarla döşeli bir yoldan geçiyoruz. Daha sonra, Yanartaş’a çıkacak olan patikaya ulaşıyoruz. Patikanın girişindeki işaretten gördüğümüz kadarı ile, 800 metre kadar patikayı tırmanacağız. (Sonradan öğrendiğimize göre patikanın eğimi %10 muş). Yaklaşık 20 dakika süren bu tırmanışta, ormanlık alandaki patika karanlık ve fenerlerimiz burada oldukça işe yarıyor. Feneri olmayanlar için ise, ören yeri girişinde kiralık fener bulabilmek mümkün. Patika sona erdiğinde, patikanın hemen sonunda bir kalıntı ilerisinde de Yanartaşların olduğu tepe görülüyor.



Ormanın içerisinde, açıklık bir alan burası, üzerinde hiçbir bitki örtüsü olmayan kayaçlardan oluşuyor. 20 kadar alev bacası sayıyoruz. Bu alan eski çağlarda da kutsal alan olarak yorumlanmış. MÖ. 4. yüzyıldan beri yazarlar metinlerinde bu gizemli alevlerden söz etmekteymiş.



Bu yörede Romalılar ve Bizanslılar’dan kalma yapılar da var.

Bölgede bulunduğu bilinen en eski yapı, ilkçağlarda Hephaistos'a adanmış olan bir tapınakmış. Günümüzde bu yapıdan geriye çok az bir kalıntı kalmış. Az evvel yanından geçmiş olduğumuz, ateşin bulunduğu yerin yakınlarındaki kalıntılar ise antik bir Bizans Kilisesine aitmiş. Bu kalıntı üzerinde henüz kazı yapılmamış olsa da, kilisenin erken Bizans dönemine ait olduğu (muhtemelen M.S 6yy) ve kilisenin Hephaistos’a adına tapınağının kalıntıları üzerine yapıldığı ve eğer kilisede bir kazı yapılırsa olasılıkla tapınağın temellerine ulaşılacağı düşünülmekteymiş.


Burada hemen kısa bir mitolojik mola daha verelim. Hephaistos (Romalılar Vulcanus adıyla tapınırlar), Yunan mitolojisinde, Zeus ile Hera’nın oğlu olup, demirci tanrı olarak bilinir. Tanrıların arasında en çirkin olan olmasına rağmen, hem onlar hem de insanlar arasında en sevilen tanrıymış. Her türlü madeni işleyip, olağanüstü güzellikte eserler yaratırmış. Olimpos'taki görkemli saraylar onun elinden çıkmış. Tanrılar ve kahramanlar için en güzel silahları yapmış. Zeus'un emriyle insanları cezalandırmak için gönderilen ilk kadın Pandora onun eseriymiş.

Olimpos'ta mezarlara zarar veren kişilere kesilen ceza, çoğunlukla Hephaistos tapınağı hazinesine ödenirmiş. En önemli Yunan tanrıları arasında sayılmayan Hephaistos'un Olimpos'taki üstün konumu, Yanartaş'ın varlığından kaynaklanırmış. Bu ateşin yakınlarında on-on iki yazıt bulunmuş ancak bunlar ne ateşe de Hephaistos'a değinmekteymiş ve çoğu çeşitli yurttaşların betimlendiği heykellere ait kaideler üzerinde yer almaktaymış.


Alevlerin bulunduğu yerin yakınına gidiyoruz. Yamaç ormanlık olmasına rağmen, bulunduğumuz yer gri-beyaz kayaçlardan oluşan, yaklaşık 50 metrekarelik, bitkilerden tamamen yoksun kalmış çıplak bir alan. Buradaki 50-100 cm’lik genişlikteki, derin çukurlarda ateşler yanıyor. Gündüz saatlerinde fazla göze çarpmayan alevler, gecenin bu saatlerinde oldukça etkili görülüyor. Söylendiğine göre, gecenin bu saatlerinde aşağıda Çıralı’daki pansiyonlardan, hatta açık denizden bile alevler görülebiliyormuş.


Yanartaş ile ilgili çok sayıdaki antik kaynak, ateşin suyla söndürülemeyeceği, bunun ancak ve ancak üzerine taş ve toprak atıldığında başarılabileceği konusunda uzlaşmış - ne var ki, ateşin yeniden yanmaya başlaması kaçınılmazmış. Ufak bir çıkıntıdan çıkan ateşi söndürmeyi deniyoruz ve üfleyerek söndürebiliyoruz. Daha büyük ateşlerin de suyla veya toprakla söndürülebileceğini düşünüyoruz. Ancak ilginç olan şey, ateşin bir süre sonra kendiliğinden yeniden alev alması oldu. Söndürülen alevler 10-15 dakika sonra kendiliğinden yanıyor. (Daha sonra öğrendiğimize göre, ateşlerin bu olağandışı özelliği eski zamanlardan beri merak uyandırmış. Sadece ateş yandığında duyumsanan kokuyu kimisi iyot, kimisi havagazı, kimisi de benzin kokusuna benzetmiş. Yapılan araştırmalara göre gazın zararsız olduğu belirtilmiş. 1882 yılında Türkiye’ye Likya konusunda araştırma yapmak için gelmiş Arkeolog Felix von Loschan'ın belirttiği ateşin yanına yaklaşıldığında hafif bir petrol kokusu almış. 1967'de yapılan analizler, ilk ağızda gazın düşük oranda metan içerdiğini ortaya koymuş. Şimdi düşünüyorum da, hakikaten de ateşin başındayken yakmak için hafif benzin dökülmüş bir mangal dumanının kokusu gibi kokuyordu.)

Kamp ateşine benzeyen ateşlerden birinin yanına oturuyoruz. Yanımızda getirdiğimiz sucukları ölümsüz Olimpos ateşinde pişiriyor ve ay ışığının altında şarabımızı yudumluyoruz. Antik zaman günümüze, biz antik zamana karışıyoruz… Ateş başındaki sohbetlerin tadı damağımızda, bu macerayı yeniden tekrarlamak hayali ile, geceyarısı konakladığımız yere doğru dönüş yoluna koyuluyoruz.

16 Temmuz 2010 Cuma

DOĞAYLA TARİHİN KAYNAŞTIĞI YER - OLİMPOS

Bu sene için planladığımız gezi, bize farklı frekanslar verebilecek, kalabalıktan keşmekeşten uzak, doğayla iç içe kendimizi bulabileceğimiz yerlerde bulunmak üzerineydi. Rotamızı çizerken, rotamız üzerinde yer alan noktaları buna göre seçmeye çalıştık. İlk durağımız 10 senedir görmediğim Olimpos olacaktı. Değişmiş midir? Ne kadar değişmiştir diye düşünerek heyecanlanıyordum.

02 Temmuz 2010 Cuma ve rotamız Olimpos… Gittiğimiz yerlerin tarihini, özünü öğrendiğimizde, içinde bulunmaktan çok daha keyif aldığımız için notlarımızı da yanımıza aldık ki gezerken yer yer onlara bakalım, hem tarihini hem doğasını içimize çekelim. Mitolojiye olan merakımın buralarda can bulması beni adeta sarhoş ediyor…

Olimpos, Yunan mitolojisinde “Tanrıların Evi” olarak nitelendirilen dağa verilen isim. Bu nedenle antik çağlarda Anadolu ve Yunanistan’da 20’ye yakın dağa Olimpos (Olympos) adı yakıştırılmış. Bunlardan biri de Torosların batı uzantılarından biri olan; “Olimpos-Beydağları Sahil Milli Parkı” içindeki 2375 metre yüksekliğindeki Tahtalı Dağı. Bu dağ, Türkiye’de önemli yüksekliğe sahip dağlardan biri olmamasına rağmen, dümdüz olan Akdeniz sahilinden bir anda yükselmesi ile görenleri etkiliyor. Belki de bu yüzden bu dağa antik çağlarda Olimpos ismi yakıştırılmış. Olimpos kenti de adını, 16 kilometre kadar uzağında bulunan bu dağdan almış.

Olimpos şehri Antalya’nın batısında, Kemer ile Adrasan arasında yer alıyor. Tamamı arkeolojik ve doğal sit alanı olarak koruma altına alınmış. 3200 metrelik muhteşem sahili Caretta Carettalara ve kumullarında yaşayan pek çok endemik bitki türüne ev sahipliği yapıyor. Kent, denize açılan ve ortasından Akçay deresinin aktığı bir vadi içinde kurulmuş. Su kanalları, surlar, lahit mezarlar gibi kente ait pek çok kalıntı görülebilir ama aslına bakılırsa Olimpos antik kentinden geriye pek az şey kalmış. Gene de bölgenin bereketli doğasıyla, kayalarla iç içe geçerek saklanmış antik şehir kalıntıları ve muazzam coğrafik konumu ile Olimpos herkesin değil, anlamaya emek vereceklerin yolunu gözlüyor. Khimerası ve pansiyon olarak kullanılan meşhur ağaç evleri ile tüm dünyaca biliniyor ve özellikle de sırt çantalı turistlerin uğrak mekanlarından biri oluyor. Burada dünyanın taa öbür ucundan, Avusturalya'dan ve Yeni Zellanda'dan gelen maceraperestlerle tanışmak mümkün...

Olimpos, Çıralı sahili ile komşu aynı zamanda. Olimpos plajından doğuya doğru yaklaşık 300 metre yürüyerek Çıralı plajına ulaşılabiliyor. Hatta aralarındaki dağın uzaktısında bulunan kocaman bir delik, iki sahil arasında sembolik bir kapı gibi duruyor. Bu deliktaştan dolayı, Olimpos bölgesine halk arasında "Deliktaş" deniliyormuş.


Çıralı'nın da ilginç bir öyküsü var. Eski zamanlarda buradaki antik kenti almak için bir ordu gelmiş. Ordunun buna gücü yetmediğinden, gece olunca keçilerin boynuzlarına yanan çıralar bağlayıp kente salmışlar. Halk keçileri görünce, büyük bir ordunun kendilerine doğru geldiğini zannedip kenti teslim eder. O günden sonra da buraya “Çıralı” denirmiş.

Ancak bugün Çıralı'ya sadece uzaktan bakmakla yetinip, günümüzü Olimpos'ta geçireceğiz. O zaman, Olimpos'a kaldığımız yerden devam..



Tarihçesinin eskiliği beni en çok etkileyen şeylerden biri olduğu için, değinmeden geçemeyeceğim. Çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgilere göre:

Şehrin kesin kuruluş tarihi bilinmese de; M.Ö 168-78 yıllarında basılmış olan Likya konfederasyon sikkelerinde Olimpos’un adı geçiyormuş. M.Ö 100. yılda iktisadi bir birlik olan Likya Konfederasyon Birliği’nin önde gelen ve 3 oy hakkına sahip olan 6 şehirden biriymiş ve Antalya sahillerindeki tarihsel süreçte Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kentiymiş. Olimpos limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinirmiş. Kilikyalı Korsanların başı Zeniketes M.Ö 80 yılında burayı ele geçirip şehri üs olarak kullanmış. Tarsus’tan Olimpos’a kadar olan tüm kentleri ve bölgeden geçen Roma gemilerini yağmalayan Zeniketes Olimpos’u krallığının başkenti ilan edince, kent Likya Birliği’nden çıkarılmış. Şehirdeki korsan egemenliği M.Ö 78’e dek sürmüş. M.Ö 78 yılında Roma komutanı Servilius Isauricus burayı korsanlardan temizleyerek Roma topraklarına katmış. Ancak Olimpos korsanlarla işbirliği yaptığı için ağır cezalara maruz kalmış; şehir yeniden Roma hakimiyetine geçtikten sonra "ager publicus" (satışa çıkarılmış veya kiralık olarak verilecek Roma mülkü) olarak ilan edilmiş. Roma döneminde, yakınındaki doğal gazların yandığı Çıralı’daki Demirci Tanrı Hephastos kültü için inşa edilen açık hava sunaklarıyla da büyük bir ün sahibi olmuş. Hephaistos, mitolojide Olympos’un kralı Zeus’un şimşeklerini yapan demirci tanrıdır aynı zamanda. Demircilik mesleğinin dayandığı külttür.

Olimpos Antik kent haritası:

Orta Çağın başlarında, M.S. 4. ve 5. yüzyılın yazılı kaynaklarından Hıristiyanlaşan Olympos'un ilk piskoposlarına dair bilgiler olsa da kentin 7. yy'dan sonrası henüz bilinmiyor. Kentte M.S 5. yy ile 7. yy arasına tarihlenebilecek 12 adet Bizans Kilisesi varmış ki, bu da Hıristiyanlığın ilk yıllarında Olympos'un önemli bir kent olduğunu gösteriyor. Daha sonraları yüzyıl civarlarında Venedik, Ceneviz ve Rodos şövalyelerinin uğrak yeri olmuş. Haçlı seferleri sırasında Venedik, Ceneviz ve Rodos şövalyelerinin istilasına uğrayan Olimpos, bu yıllarda biraz canlanmış ama 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet döneminde, Barbaros Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı imparatorluğu sınırları içine alınmış ve Osmanlıların deniz üstünlüğünü kurmalarından sonra kent iyice önemini kaybederek 15.yüzyılda terk edilerek varlığını yitirmiş. Bu tarihten yakın zamana kadar Türk yerleşiminin olmadığı kent sadece göçerler tarafından kışlak olarak kullanılmış.

Tarihçiler, şehrin baş Tanrıçası’nın savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazmışlar. Henüz yeri bulunmamış Athena tapınağı ve diğer önemli yapıların bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldığı düşünülüyor.

NASIL GİDİLİR?

Kilometrelerimizi sıfırlayarak Olimpos’a doğru yolculuğumuza başladık. Yapacak, görecek, yaşayacak çok şeyimiz olmasının heyecanı ile günü kaybetmemek için akşamdan yola çıkmıştık. Biz İstanbul – Afyon güzergâhını kullanarak, geceyi Afyon’da geçirdik. Daha sonra Burdur üzerinden önce Antalya’ya ulaştık. Olimpos Antalya’nın batısında ve yaklaşık 70 km uzaklıkta. Antalya’ya ulaştığımızda Konyaaltı yolunu takip ederek önce Kemer’den daha sonra da antik kent Pheaselis’ten geçtik. Aslında burayı da ziyaret etmeyi istiyorduk ama hepsini bir güne sığdıramayacağımızdan bu ziyareti başka bir sefere erteledik.

Karşımıza ilk olarak Çıralı sapağı çıktı. Olimpos ile Çıralı’nın sahilden birbirlerine bağlantısı olsa da aralarında araç yolu olmadığından ve Olimpos’ta kalmayı düşündüğümüzden devam ederek bir sonraki sapak olan Olimpos sapağına ulaştık. Göstergemiz İstanbul’dan bu yana 772 km yol katettiğimizi gösteriyordu.

İlk farklılık burada gözümüze çarptı. Eskiden köhne, çirkin mavi tabelası olan bir tesis bulunan sapakta şimdi tabelalar yenilenmiş ve sahile inecekler için pek çok minibüs beklemekte. (Eskiden yoldan aşağı sayısı çok seyrek olan minibüslerle veya birleşerek taksi-dolmuşlar yapılarak inilirdi.)


Eğer kendi aracınız ile gelmiyorsanız, Antalya Otogarı’nın yanındaki ilçe terminaline gidip, Olimpos Minibüslerine binerek sapağa gelmeniz ve buradan da sahile inen bu minibüslerle aşağı inebilmeniz mümkün.

İkinci değişiklik bizi sapağın hemen sonrasında bekliyordu. Eskiden dar, tozlu topraklı bir yol olan Olimpos’a iniş yolu, artık 11 km uzunluğunda asfalt bir yol haline gelmiş. Yol kenarında gerek konaklama gerek yeme-içme için pek çok tesis kurulmuş.


Nihayet kalacağımız Kadir’in Ağaç Evlerine ulaşıyoruz. Burayı yangından sonraki ilk görüşümüz olacak. Acaba çok değişiklik olmuş mu diye pırpır ediyor içim. Kadir Kaya'nın küllerinden yarattığı yeni yerleşim... İlk girişte, buranın rengarenk boyalı evleri, çardakları, etrafta gezinmekte olan kedi, köpek ve tavuk gibi bilumum hayvanlarıyla, hala cıvıl cıvıl olduğunu düşünüyorum. Ancak gözüme daha kalabalık görünüyor. Evlerin çoğu çift katlı bungalov tipi evlerden oluşuyor, çardakların sayısı azalmış, hamaklar ise hiç görünmüyor. Sanki içerisi daralmış gibi. En büyük değişiklik odalarda… Eskiden bir yer yatağından başka bir şey olmayan odamızda, duş, tuvaletin yanı sıra ahşaptan raflar bile vardı. Ve beni en çok rahatsız edeni… Odalara klima konulmuş… Evet, klima olması garip mi diye düşünenler olacaktır elbette ama buraya yakışmamış işte… Doğal yaşamak için, doğayla uyumlu yaşamak için buraya gelirdi insanlar, doğayı kendilerine uydurmak için değil. Oysa ki içerdiği gazlarla, küresel ısınmaya olan etkileriyle hepsini de geçtim elektrik tüketerek doğal kaynakları yiyip bitiren bir doğa karşıtı cihaz, bu mekana uymamış işte… Gene de havasını, her tip ve milletten insanın yan yana takıldığı bu yeri seviyorum...

Kadir'in Ağaç Evlerinden bir görüntü

Neyse uzatmayayım. Hemen hazırlandık ve nihayet Olimpos’a doğru beklenen yolculuğumuza başladık. Kadir’in Yerinin önünden de geçen minibüsler Olimpos ören yeri girişine kadar gitmeye başlamış. Ören yeri girişine doğru gene pek çok tesisin yol kenarlarında yapılandığını gördük.. Eskilerden Türkmen, Yörük, Bayram’ın Yeri gibi pek çok konaklama yeri de kendilerini yenilemiş gibi görünüyorlardı. Nihayet Ören yerinin girişine geldik. Buranın arka kısmına kocaman bir otopark alanı açılmış, park edecek araçlar için 4TL isteniyor. Ören yeri girişinde, gözleme tipi hafif atıştırmalık öğlen yemekleri yenebilecek pek çok yer açılmış. Daha fazla oyalanmadan girişe gidiyoruz. Ören yeri için 3TL’lik giriş ücreti isteniyor ama Müze Kartı’nız varsa, ücret ödemeden girilebiliyor. Girdikten hemen sonra Garanti Bankası’nın sponsorluğu ile yerleştirilmiş olan Likya Yolu tabelalarından birini görüyoruz.

Olimpos’un kalıntıları genellikle doğudan batıya doğru hızla denize akan bir ırmağın ağzında ve her iki yakasında yer alıyor. Ören yeri girişinden içeri girildiğinde, nehre paralel uzanan geniş bir caddeye çıkılıyor. Burası Olimpos’un ana caddesiymiş. Antik dönemde kenti ikiye bölen nehir yatağı, ırmak kenarlarına yapılan poligonal teknikteki duvarlarla kanal haline sokulmuş. Antik çağda gemiler bu kanalın içine girebilmekteymiş ve her iki yakada da iskeleler kullanılıyormuş. Roma döneminde halen izleri görünen, büyük olasılıkla açılır kapanır biçimde inşa edilmiş, payeleri taş örgü, gövdesi ahşap bir köprü ile de bu iki yaka birleştirilmiş. Bugün köprünün bir ayağı halen duruyor.

Olimpos deresindeki eski köprü kalıntısı

Biz Olimpos’un ana caddesinden yürümek yerine, derenin içinden karşıya geçtik. Su buz gibi ve tertemiz akıyor, ayaklarımızın dibinden balıklar ve kurbağalar kaçışıyordu. Nehrin bu güney tarafında, hemen kıyıda kemerli bir yapı gözümüze çarpıyor. Elimizdeki kaynaklara göre bu yapı, şehirde bulunan pek çok bazilikadan birine ait. Elimizdceki haritaya göre biraz içeri girdiğimizde de şehrin hamamı ile karşılaşacağız.


Bazilika ve kanal duvarları

Ancak hava çok sıcak ve kendimizi bir an önce denize atmak istiyoruz. Eşyalarımızla antik kentin sahiline iniyor ve zakkumların gölgelediği bir yere yerleşiyoruz. Sahil ve denizin içi iri çakıllardan oluşuyor. Ben sandaletlerim ile denize girmeyi tercih ediyorum. Olimpos’un suları çok şakacı. Suyun içinde bir sıcak bir soğuk bölgelerle sürekli bizimle oynuyor. Deniz berrak, tertemiz ve sizi ısıran küçük balıklar var… Biz sahilin sağ kısmından denize girdik, yamacın kenarından yüzmeye başlıyoruz. Kaya blokları hemen döndüğümüzde, bir mağara ile karşılaşıyoruz. Mağaranın hemen üzerindeki yüksek tepede, bir kemer gözümüze çarpıyor. Mağaranın küçücük bir kıyısı var ama buradaki su o kadar soğuk ki, oraya kadar yüzmeyip geri dönüyoruz. Buz gibi akmakta olan derede yıkanıp tuzlarımızdan arınıyoruz.

Olimpos sahili:



Akçay (Olympos) Deresi

Tazelendik ve Olimpos’u keşfetmeye devam edeceğiz. Gene nehrin güney kıyısında gördüğümüz bazilikanın bulunduğu yerden içeri doğru girmeye başlıyoruz. Burada sık defne ağaçları, gür zakkumlar ve çeşitli çalı ve ağaçlardan oluşan yoğun bitki örtüsünün arasında bir patika buluyoruz. Oradan ilerlerken önce önümüze hamam çıkıyor. Buradan çok zorluklarla ilerlemeye devam ediyoruz ve Olimpos’un tiyatrosunu buluyoruz. Tiyatro’dan fazla bir şey kalmamış, çok hasar görmüş ancak gene de tiyatronun tonozlu paradosları, orkestra bölgesine ve çevreye dağılmış süslü kapı ve niş parçaları burada tipik bir Roma devri tiyatrosu olduğunun kanıtı olarak bize bakıyor.

Takip ettiğimiz patikalar:



Roma Hamamından bir görüntü ve tabelasından alıntı:
"Olimpos’ta yer alan iki hamamdan, boyutları bakımından büyük olması nedeni ile “Büyük Hamam” olarak da adlandırılan yapının ele geçmiş bir yazıt ışığında, Vespalasmus Döneminde, yaklaşık M.S 70 yıllarında yapılmış olduğu anlaşılmaktadır.

“Caesar Vespasianus Agustugus, yerin ve denizin efendisi, kendi legat ve propraetoru Gnaius Auidus’un öngörüsü aracılığıyla bu hamamı temelinden inşa ettirdi”.

Hamam yapıları, Roma İmparatorluk döneminde, İmparatorluk propagandasını yürütmek amaçlı M.S 1 yy’dan itibaren, yıkanma dışında, aynı zamanda kent sosyal ve kültürel yaşamının önemli bir unsuru olarak inşa edilmiştir. Bir Roma yurttaşının öğleden sonrasının büyük kısmını hamamda geçirdiği, siyasi lobi faaliyetlerinin hamamlardaki rutin buluşmalarda gerçekleştirdiği, çocuk ve gençlerin beden eğitimi faaliyetlerinin hamamlarda yer alan palaestralarda yürütüldüğü düşünülecek olursa, hamamın kent yaşamındaki ve aynı zamanda imar faaliyetleri içerisindeki yeri daha rahat anlaşılabilir."


Tiyatro Genel görüntüsü ve kapısı ve tabelasından alıntı:
"Tiyatro Olympos’un güney yakasında bulunur. Cavea ve sahne binası yoğun tahribe uğramıştır. M.S 141’de tüm Likya’yı etkileyen büyük depremde zarar görmüş olmalıdır. Bu tarihten sonra bir onarım geçirip geçirmediği bilinmemektedir. Ancak M.S 2. yy’da Lykiarkh (Likya Birliği Başkanı) ’lık görevinde bulunmuş Olimposlu bir vatandaşın varlığı, depremde zarar görmüş olsa da tiyatronun bu zengin Olimposlu’nun maddi desteği ile onatılması ihtimalini yükseltir. Kent M.S 141 depreminden sonra, ikinci bir büyük deprem yaşamıştır. Tiyatronun bugün gördüğümüz hali, olasılıkla bu deprem ve Ortaçağın ekonomik zorlukları nedeni ile yapı malzemesinin, ikinci kullanım için tahrip edilmesine dayalıdır.

Yapı, Phaselis’te bulunan ve M.S 131-138 yılları arasına tarihlendirilen yazıta göre değerlendirildiğinde M.S 2.yüzyılın birinci yarısına ait olmalıdır. Kuzey yönüne yerleştirilen tiyatronun, Likya’daki bazı kentler gibi Nekropol alanında yapılmış olması dikkat çekicidir. Kyaneai, Xanthos, Myra, Tlos kentlerinde de nekropol ve tiyatronun birbirine yakın mesafede oldukları ya da nekropolün arkada bir fon gibi kullanıldığı gözlemlenmektedir. Olimpos tiyatrosu plan tipi bakımından bölgedeki Roma tiyatrosu görünümünde olan birkaç örnekten biridir. Cavea kısmı yarım daire planlıdır. Günümüze yirmi oturma sırası gelen tiyatronun, orkestra zemininin Phaselis tiyatrosunda olduğu gibi sıkıştırılmış toprak olması muhtemeldir. Bosajlı düzgün kesilmiş taşlarla isodomik teknikte örülen analemna duvarları, cavea ile aynı doğrultudadır. Batı parados duvarın üstü tonozla kapatılmıştır."


Tiyatronun batısına doğru ilerlediğimizde kendimizi Olimpos’un ana caddesinin karşı kıyısında buluyoruz. (Ören yeri girişinin karşı kıyısındayız) Burada Bizans çağından kaldığı düşünülen bir yapı, ikinci katına kadar ayakta duruyor. Poligonal teknikte bir duvarın oluşturduğu rampadan sonra batıdaki tepede de şehrin nekropolünü bulunuyor. Şehre doğru ve tepelerde kimi ayakta kalmış, kimi yıkılmış pek çok lahit görülüyor. Daha fazla ilerlemiyor ve geldiğimiz yoldan tiyatroya doğru geri dönüyoruz.



Nekropol bölgesi lahitler - Alkestis Lahdi ve Açıklaması:
"Üçgen alınlıklı, tepe ve köşe akroterli kapağı olan bu lahit, Aurelius Artemias ve ailesine aittir. Yerel kireçtaşından işlenmiştir. Kapağın eğimli yüzeyleri Atik kapakların taklidi biçiminde balık pulu motifi ile işlenmiştir. Akroterlerde Eroslar, kısa yüzlerde Medusa başları bulunur. Teknenin köşelerine plasterler ve Nike figürleri yerleştirilmiştir. Teknenin ön ve iki kısa cephesinde girlandlar bulunur. Girlandların üst kavisine, mevsimler olarak bilinen ve ölümsüzlüğün sembolü olan Eroslar işlenmiştir. Girlandların her iki yanına tabula ansatayı tutar biçimde cepheden tasvir edilmiş iki Putti yerleştirilmiştir. Putti’lerin altında diphoros üstünde oturur biçimde tasvir edilmiş bir kadın figürü bulunur. Tabula ansatanın diğer kısmında, kadının tam karşısında çapraz ayaklı bir kline üstünde yarı uzanmış gibi görünen bir erkek figürü bulunur. Tabula ansatanın yanında, yanlarında sütunlar işlenmiş, üstü arkadlı ve içi üçgen alınlıklı bir kapı içinde dextrarum lunctio (Tokalaşma) sahnesi betimlenmiştir. Roma çağında bu motifle evlilik bağı ifade edilmiştir.

Teknenin doğu kısa yüzünde hymationlu, ayakta duran bir erkek figürü ve khiton, hymationlu kadın figürü bulunur. Kadın Omphale ya da Alkestis olmalıdır. Figürlerin üst bölümünde girland bulunur. Teknenin diğer kısa yüzünde, köşede ayakta khiton ve hymationlu bir kadın ve başında Nemea aslanı postuyla Herakles vardır. Elinde topuzunu tutar. Figürlerin üst tarafında, ortada, girland vardır. Girland kavisinde kanatlı, kısa tunik giyinmiş ve şapkalı bir erkek figürü vardır. Bir hayvan figürü ile mücadele anı tasvir edilmiştir. Artemias ve ailesine ait bu lahdi yapan kişiler büyük ihtimalle Pamphylia atölyesinde yetişmiş ve Likya’nın bazı diğer kentlerinde de çalışmış gezgin ustalar olmalıdır. Artemias ve ailesine ait bu lahit, M.S 2.yy sonuna (yaklaşık olarak M.S 180-200 arası) tarihlenir."


Tiyatro ile deniz arasında çeşitli kalıntılar görüyoruz. Elimizdeki notlara göre bunlar doğuya doğru sırası ile Helenistik dönem poligonal şehir duvarı, nehrin kenarındaki Büyük Hamam kalıntıları, Erken Bizans çağı bazilikası ve bu bazilika ile organik bağlantısı olan küçük hamama ait yapı parçalarıymış. Küçük hamam, mevcut kalıntıları ile Roma Hamamının ısıtma sistemini mükemmel açıklıyor. (Yanında inşaat mühendisi ile gezmenin avantajları) Buralarda şehrin suruna ait duvarlar ve nehrin kenarından itibaren başlayan hamam kalıntıları; etraflarını saran, defne, zakkum çalılık ve ağaçlıklarla nefis bir görüntü oluşturuyor. Gezimizde bize küçük kertenkeleler de eşlik ediyor. Bu yapılarla dere arasındaki sahada, üç tarafı sütunlarla çevrili bir başka yapı kalıntısı görüyoruz. Ortada oluşan geniş açıklığın şehrin agorası ve gimnasyumu olduğu düşünülmekteymiş.

Gene sahile dönüp bir denize girme molası veriyoruz. Sahil alışageldiğimin aksine oldukça kalabalık. Günlerden Cuma olmasına rağmen etrafta pek çok piknikçi var. Ve bu da benim burası için garipsediğim bir durum oldu. Gürültü patırtı ve kalabalıktan uzaklaşmak için gene kendimizi Olimpos’un huzurlu ve gizemli ortamına attık. Bu kez, Olimpos’un ana caddesinden yolumuza devam edip oradaki kalıntıları gezecektik. Turumuza başladık.

Deniz kenarından şehre doğru girildiğinde, nehrin ağzının hemen yanındaki, akropolün altındaki kayalığın oyuğunda 2 mezar odası görülüyor. Bu mezarlar M.S 2. yüzyıla ait olup M.S 5. yüzyılda ikinci defa kullanılmışlar. Mezarlar ortaçağda kale haline getirilen akropolün sur duvarları arasında kaldıklarından yakın zamana kadar görülmemiş ve son yıllarda Antalya Müzesince yürütülen kazılarla gün ışığına çıkarılmışlar. Doğudaki tek lahitli mezar hakkında bir bilgi bulamadık. Ancak bunun yanında tabanında M.S 5.yüzyıla ait olduğunu öğrendiğimiz asker ve aslan mozaikleri bulunan iki lahitli bir mezar odası daha var. Bu mezarlardan doğudaki lahit Marcus Aurelius Zosimas isimli bir Olimpos’luya, yanındaki lahit ise Zosimas’ın dayısı kaptan Eudemos’a aitmiş. Kaptanın lahdinin uzun kenarı üzerinde bir gemi kabartması ile bir yazı görüyoruz. Bu yazıtta kaptan Eudemos’un Marmara ve Karadeniz’e seferler yaptığı anlatılıyormuş. Kaynağımıza göre lahitteki bu gemi kabartması kaptanın adının yanında gemisinin şeklini vermesi açısından da büyük önem taşımaktaymış. Bu çerçeveli yazıtın sol tarafındaki yazıda ise duygu yüklü bir şiir yer alıyormuş.


Bu şiirde:
Son limana girdi demirledi gemi çıkmamak üzere / Çünkü ne rüzgârdan ne de gün ışığından medet var artık / Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemus / Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış dalga misali.”



Lahitleri geçtikten sonra içerilere doğru ilerliyoruz. Antalya müzesi tarafından yapılan onarım ve çevre düzenlemeleri gözümüze çarpıyor. Kalıntıların çoğu orman arazisi içinde ağaç ve çalılarla örtülü olsa da, Helenistik, Roma ve Doğu Roma dönemlerine ait bu kalıntıların önemli parçalarının görünebilmesi için yollar açmışlar ve açıklayıcı tabelalar yerleştirmişler. Bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyoruz, hoşumuza gidiyor. Yürüyüş yolları aslında, Hacı Hasan isimli kişinin, 1800'lü yıllarda değirmen çalıştırmak amacıyla yaptırmış olduğu su kanallarından oluşuyor. Yanınızda size eşlik eden dere, ve üstünüzde güneşi kapatacak derecede sıkı sıkıya kaynaşmış bitki örtüsü ile çok hoş bir hava yaratıyor.

Su yoluna benzeyen yürüyüyüş yolları ve bize eşlik eden dere kolu:



Elimizdeki harita doğrultusunda batıya doğru yürüyüp psikoposun evine gitmek istiyoruz. Mozaikli Yapı olarak tanımlanmış bir kalıntı buluyoruz. Psikopoz evi olarak nitelendirilen bu yapı M.S 5. yüzyıla ait olup 15. yüzyıldaki depremlerden sonra tabanının bir metre su altında kalmış. İki katlı yapının hem tabanı hem de üst katının mozaiklerle süslüymüş. Yapıdan arta kalanları koruma altına almışlar.

Mozaikli yapı ve tabela açıklaması:
"Mozaikli Yapıda 1992 yılında Antalya Müzesi tarafından kazı, temizlik ve düzenleme çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Yapının inşası M.S 5yy sonunda başlamış M.S 6yy başına kadar sürekli eklemeler yapılarak son şeklini almıştır. Yapı iki katlıdır. Plan olarak orta mekan etrafında simetrik olmayan dikdörtgen odalardan oluşur. Moloz, taş ve kireç harç ile örülen duvarlarda dekoratif tuğla işçilikleri dikkat çeker. Mekanların zemini mozaiklerle kaplıdır. Doğudaki merdiven, alt kattaki kubbeler üzerinde yer alan ikinci kata çıkmayı sağlar. Kuzey ve güney duvarlar üzerindeki ikinci kat duvarları kısmen ayaktadır. Orta mekanda ikinci kat ikinci kat yoktur. İkinci katta da birinci kat gibi genellikle kuş ve hayvan motifleri ile bezenmiş, kaliteli bir mozaik taban vardır. Bugün mekanlar içerisinde görülen mozaik parçaları ikinci katın çökmesi ile zemin kata düşmüştür. Birinci kat taş ve tuğla malzeme ile örülmüş kubbelerle, ikinci kat olasılıkla ahşap çatı ve kiremitle örülüdür. Mozaikli yapı, muhtemelen dini işleve de sahip bir konut olarak kullanılmıştır."


Psikopos evinin biraz ilerisinde hangi tanrıya ait olduğu bilinmeyen ancak kapının yanındaki kitabesinde Roma imparatoru Marcus Aurelius dönemine ait olduğu belirtilmiş. Tapınağın yalnızca kapısı ayakta kalmış ve iantis planlı, ion düzenindeki bu tapınağın yıkıntıları olduğu gibi duruyor.
Tapınak kapısı:

Ağaçlık böldeki diğer kalıntılardan:


Ormanlık alandaki kalıntılara gezmeye devam etmek istiyoruz ama zamanımız azalıyor. Akşam olmak üzere, hava kararmadan Ceneviz Kalesine de çıkmak istiyoruz. Ceneviz kalesi kumsaldan görülen tepedeki akropolün üzerine, sonradan ortaçağda surlarla kale şekline sokulmuş bir yapı. Oradan bakıldığında görüntünün çok şahane olduğu söyleniyor. Biz de denemek için yola koyuluyoruz.
Ceneviz Kalesi'nin sahilden görüntüsü:


Sahile indiğimizde, sağ tarafımızda kalan kayalıklardan, orman içine doğru giden bir patikadan Ceneviz kalesine yol gidiyor. Eğim arttıkça ve bitki örtüsü sıklaşıp yolla iç içe geçtikçe, tırmanmak zorlaşıyor ama nihayet ulaşıyoruz. Ve görüntü muhteşem… Vadiyi ikiye bölen Akçay (Olimpos) deresi, sağlı sollu ağaçlıklara gizlenmiş antik kent, alabildiğine lacivert deniz ve Tahtalı Dağı’nın ihtişamlı görüntüsü gözlerimizin önünde… Çıktığımıza kesinlikle değdi… Bir süre burada kalıp manzaranın tadını çıkarıyoruz. Kale içinde biraz tur attığımızda, geldiğimiz bir noktada alta bakınca, burasının daha önce yüzerek girdiğimiz mağaranın üstü olduğunu ve daha önce aşağıdan gördüğümüz kemerin üzerinde durduğumuzu fark ediyoruz. Yükseklik korkusu olan ben için aşağı bakmak çok korkunç ama turkuaz rengi suların ve kayalıkların yarattığı manzara o kadar etkileyici ki bakmaktan alıkoyamıyorum kendimi….

Ceneviz kalesinden Olimpos Kenti vadisi ve Çıralı sahili:



Ceneviz kalesinden mağaraya bakış:



Ceneviz kalesinin içinden görüntü:


Artık gitme zamanı… Geldiğimiz patikayı bulamadığımız için daha dik daha zor bir yoldan, kimi zaman bitkilerin altından, kimi zaman köklere tutuna tutuna iniyoruz. Olimpos’un ana caddesine doğru yol alıyoruz. Kaynaklardan gelen suyun, dere ile kavuştuğu yere küçük bir havuzcuk yapmışlar. Orada duraklayıp serinletiyoruz kendimizi. Sonra Olimpos günümüzün tadı damağımızda, akşam için hazırlanmak üzere Kadir’in Yerine doğru yola çıkıyoruz.

Kaynaktan çıkan noktadaki havuz:

Buz gibi suya ayak sokmak istemeyenler için tahtadan bir köprü koymuşlar.


Gün bitmedi daha… Akşam için bir Yanartaş macerası planlıyoruz…